“Oturduk ve güneş omuzlarımıza vururken özgür insanlar gibi içtik. Tüm evrenin sahibi gibiydik.” -Red
Bir Stephen King romanından uyarlanan film, bence en iyi hapishaneden kaçış filmleri arasında bulunmakta. Vizyona girdiği sene masrafını çıkaramadığı bir gişe hasılatı yapar ve 7 dalda gösterilen Oscar adaylıklarından bir tanesini bile kazanamazken; televizyon yayın hakları ve dvd satışları sonrası yaşadığı patlama sonrası, bugün, Imdb listesinin en başında bulunur.Filmin düşük başlayan temposu aslında karakterleri incelikle tanıtmaya çalışmasından kaynaklanmakta. Bu kısım önemli; çünkü filmin genel akışının yanında her bir karakterin kendi ayakta durma çabası filmi daha gerçek kılar. İzleyen herkesi filme kilitler. Filmin giriş sahnesinde tanıdığımız 2 ana karakter (Red ve Andy), onlar arasında gelişen güven ve dostluk duygusu, diğer karakterlerin hikayeleri ile harmanlanır. Aynı zamanda hapishane içerisindeki ilişkilerin, şartların iyi ve kötünün savaşının ustaca anlatıldığı filmde, hayatlarının normalleştiği anlarda yaşadıkları rutinleşme ve mutluluk hissi seyirciyi de yakalar. (bkn. Film geceleri)19 yıllık haksız hapis hayatı sonucunda hızlı yaşamayı tercih eden Andy; mükemmel detaylı hazırladığı kaçış planını devreye sokar. Bu planın hem çıkış hamleleri hem de çıktıktan sonraki yaşamına dair detayları kusursuzdur. Ayrıca dostuna olan bağlılığını ortaya koyar ve ona umutla beklemek için bir sebep verir. Filmde bizi heyecanlandıran ve meraklandıran senaryo örgüsü dışında, Frank Darabont’un duyguları iyice ortaya çıkaran çekim yöntemleri de bu uyarlamanın, herkesi içine çekmesine neden olmuştur.
gizemerensoy
@gizemerensoy
Best posts made by gizemerensoy
-
RE: Esaretin Bedeli (1994)
Latest posts made by gizemerensoy
-
RE: 12 Öfkeli Adam (1957)
“Olayı nereye çekerseniz çekin, ön yargı gerçeği her zaman saklar.”
Yönetmeni Sidney Lumet’in televizyon yapımlarından sonra ilk filmi olan 12 Öfkeli Adam; tiyatro senaryosundan sonra, tv programına ve en son filme dönüşmüş bir yapıt.
50’li yıllarda kozmopolit yapıdaki Amerika, hala toplumsal sınıf farklılıkları ve ırkçılık problemlerini çözememiştir. Babasını öldürmekle suçlanan Latin Amerikalı bir çocuğun mahkemesinde, karar ülkenin farklı kesimlerinden gelen 12 kişilik bir jürinin oy birliği sonucu alınacaktır. Karar vermek için odada toplanan jüri üyelerinden 11 tanesi kararını çoktan vermiştir. Tek bir kişi çocuğun suçsuz olduğunuz düşünür ve fikri uğruna savaşır.
Ön yargıyı, yaşadığımız negatif olayların kararlarımızdaki etkisini, vicdan muhasebesini ve umudun etkisini iliklerinize kadar hissedebileceğiniz yapıt; günümüzde bile birçok soruna nasıl yaklaşacağımız konusunda fikirler veriyor.
Filmin yönetmeninin kendi eserleri ile ilgili söylediği “Filmlerim izleyiciyi bir yönünü ya da kendi vicdanını incelemek için zorlar ve düşünceyi harekete geçirir.” cümlesi de, bu filmin konusu ile yönetmenin amacına ulaşmasını sağlıyor.
Duygu ve fikir değişimlerini an be an hissettiren oyunculukları ile göz dolduran filmin sinema tarihinde de özel bir yeri bulunmakta. -
RE: Bıçak Sırtı (1982)
“Siz insanların hayal bile edemeyeceği şeyler gördüm.”
Bilimkurgu severlerin arşivlik filmlerinden bir roman uyarlaması olan film, karanlık bir distopya hikayesi sunuyor. Yönetmenin estetik algısının çok geniş olduğu film, 1982 yapımı iken 2019 yılında robotlarla yaşayacağımıza işaret ediyor.
Rick Deckard, replikantları bulmak ve yok etmekten sorumlu bir Blade Runner’dır. Replikantlar ise, dünya dışındaki işleri halletmeleri için üretilen robot kölelerdir ve üretim şirketleri Tyrell için artık tehdit oluşturmaya başlamışlardır. Emekliliği geldiği anda, Los Angeles’dan gelen bir grup replikantı yakalaması için verilen son görevi kabul eder.
Tamamen insana benzeyen bu replikantları yakalamaya çalışırken geçirdiği macerayı izlerken, dönemin hayal gücünün çok ötesine bir bakış açısını da buluyoruz. Detayların içerisinde en çok düşündüren ise “her robot en az kendisini üreten kadar zeki midir?” algısı oluyor.
Klon hakları, kimlik tartışması, insaniyetsizlik üzerine işlenen bu isyan filminde tarafınızı seçmekte zorlanacaksınız. -
RE: Bugün Aslında Dündü (1993)
"En kötü kısmı, yarın sen tüm bunları unutacaksın."
Bu film; ince mizahi değerleri ile izleyiciyi kırıp geçerken, varoluşçu felsefe akımına göndermeler de yapıyor. Filmin yönetmeni ve senaristlerinden biri olan Harold Ramis, “ Hayata bakışımızı bu kadar güzel anlatan bir film çektiğiniz için teşekkür ederiz.” içerikli bir çok farklı görüşten mektuplar bile almış.
Ana karakterini Bill Murray’ın canlandırdığı Phil, herkesin hayatında görebileceği, can sıkıcı adamlardan biridir. Bir hava durumu sunucusu olan Phil, Dağ sıçanı günü diye bilinen mevsimsel olayların batıl şekilde yorumlandığı yerel bir günün haberini yapmak üzere ekibi ile bu etkinliğin gerçekleştiği kasabaya gider. Alarmlı radyosunda çalan müzikle güne başlayan Phil, bezgin bir şekilde işini tamamlayıp dönüş yoluna çıkar. Ancak kötü hava şartları yüzünden geri dönerler. Ertesi gün birebir aynı güne uyanan Phil, yaşadığı dejavunun hayatının kabusa çevirmesiyle ve kimsenin bunun farkında olmamasıyla baş etmeye çalışır.
Filmde kendinden nefret ettiren Bill Murray, sonunda herkesin kendinden kesitler bulduğu hatalarıyla öyle güzel yüzleşiyor ve kendini sevdiriyor ki, bu çılgın ruh hali değişikliğini ve kendini eğitmesini kahkahalar eşliğinde soluksuz izliyorsunuz. Yönetmenin aklından ilk geçen isim olmamasına rağmen, bize yaşattığı tatmin duygusunu o da, Time dergisine söylediği şu sözlerle açıklıyor. “O rolde gerçekten de en iyi, en kibar, en cici Bill ve en kötü, en huysuz, en karanlık Bill arasında uçlardaydı. Bir şekilde kendisinin tamamını karakter vesilesiyle yansıtmanın bir yolunu buldu. Filmi çekerken, çekeceğimiz sahneye dair açıklama yapmaya giriştiğimde, ‘Sadece şunu söyle, iyi Phil mi kötü Phil mi?’ diyordu.”
‘90lara ait film her dönemin mizah anlayışına göz kırpıyor. -
RE: Aşıklar Şehri (2016)
“Birbirimize sürekli koşup durmamız çok garip. Belki bir anlamı vardır.”
Oyunculuk hayalleri peşinde koşan, vazgeçmeyen ama ilerleyemeyen bir kız (Emma Stone) ve caz müzik tutkunu, bu müziğin en iyisini yapacak bir caz kafe açma hayali olan bir adamın (Ryan Gosling) aşkı, kararları ve tesadüflerini anlatan müzikal; masalsı dokunuşları, renkli görsel düzenlemeleri ve dönemsel dokunuşları ile sizi hayal dünyanızın ötesine bir yolculuğa çıkarıyor.
Filmin içinde bir karakter olmak için can atarak izlediğiniz film; özgün müzikleri ve kimyasının tuttuğu daha önce kanıtlanmış başrol oyuncuları ile idealleştirilen müzikal film dünyasında, gerçek duyguları tattırıyor.
En İyi Film Müziği ve En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı olmak üzere 4 ödül toplayan müzikal yapıt, sürprizli final sahnesiyle aşkın farklı yüzünü kalbinize işliyor ama her halini kabul edip sevmenizi öğretiyor. -
RE: Sıkıysa Yakala (2002)
“ Bir adamın alter egosu, en sevdiği görüntüsünden başka bir şey değildir.”
Gerçek Frank Abigale Jr.’ın otobiyografisinden yola çıkarak senaryolaştırılan film, polisiye konusunu, zekice diyalogları, usta oyunculukları ve yönetmenin yakaladığı sahneleri kıvrak bir komedi filmine dönüşmüş.
Mutlu bir çocukluk geçiren Frank, babası Frank Sr.’ın karıştığı yasa dışı işler sonrası evi terk etmesi ve annesinin yasak ilişkisi sebebiyle parçalanmış bir ailenin getirdiği tüm yıpranmışlıklara sahip, kafası karışık, değer yargıları çorba olmuş ama akıllı bir çocuktur. Tüm bu olaylar sonrası evden kaçan Frank, dolandırıcılık konusundaki yeteneğini her geçen gün geliştirerek milyonlarca dolar edinir ve FBI’ın dikkatini çeker. Peşine düşen FBI ajanı Carl’ı incelikle atlattıktan sonra da amansız bir kovalamaca başlar. Bu sürede ilişkilerinde farklı kırılma noktaları olur. Birbirlerinden doğruları yüzünden nefret eden iki insan aynı zamanda birçok olayda birbirlerine dayanak olurlar.
Leonardo DiCaprio ve Tom Hanks’ın birbirini tamamlayan oyunculukları, temposu yüksek kovalamacanın her bir sahnesi ve filmin aklınızın köşesinde sürekli dönen müziği; filmi heyecanla izletiyor. Yüzünüzde tebessümün eksilmediği film boyunca, ahlaki olarak iyi ve kötü bildiklerinizin gri bir bölgeye girdiğini hissedeceksiniz. -
RE: Duyguların Rengi (2011)
“O gün Jackson’da on sekiz kişi öldü. Onu beyaz, sekizi siyahi. Tanrı bir kasırga yaratmaya karar verdiyse, insanların derisinin rengine aldırış etmez.”
1960’larda Amerika Birleşik Devletleri’nin güney tarafında ırkçılığın insanın içini kanatan yüzünü gösterdiği film, dönemin sıkıntılarını gözler önüne seriyor. Öyle ki siyahilerin dokunduğu çatalla bir daha yemek yemeyen ama çocuklarını büyütmesinde sakınca görmeyen insanların hayatlarına tanık olurken oyuncuların yanı başınızda yaşanıyormuşçasına aktardığı duygular size oldukça gerçek hissettirecek.
Mississippi’deki evine, üniversite eğitimini tamamladıktan sonra dönen Eugenia Phelan, ailesinin istediği gibi evlenip, evinin kadını çocuklarının anası olmakla ilgilenmemektedir. Yerel bir gazetede, ev işlerinin pratik yöntemleri hakkında bir köşe yazarı olarak çalışmaya başlaması ile arkadaşının hizmetçisi Aibileen’den tüyolar almak için görüşmelere başlar. Ayrıca döndüğü evinde onu büyüten hizmetçilerinin neden ortadan kaybolduğunu anlamaya çalışan Eugenia, Aibileen’in huysuz arkadaşı Minny sayesinde de içine girdiği dünyada uyumsuz bir şeylerin farkına varır. New York’da bir kitap editörünün de teşvikiyle gizli bir projeye başlar.
New York Bestseller listesinde uzun süre 1 numarada kalan kitaptan uyarlama senaryosunda; iyi ile kötünün çok keskin bir şekilde ayrılması, filmi gerçeklikten çocuksu bir eğitim videosuna döndürse de oyunculukların inceliği filmin bütününde sizi sarıyor. Octavia Spencer’ın “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” Oscar’ı aldığı film; trajikomik ve sessiz bir savaşın açtığı yaraları gündelik yaşamlara bile nasıl sızdığını gösteriyor. -
RE: Son Ültimatom (2007)
“Beni niçin öldürmen gerektiğini bile bilmiyorsun, değil mi?” – Jason Bourne
Efsanevi macera/aksiyon yazarı Robert Ludlum’un kitaplarından uyarlanan serinin 3. filmi; aksiyonu en bol, çekimleri en heyecanlı ve senaryosu en zekice uyarlanmış başarılı bir yapım. Kovalamacalı iyi bir ajan filmi arıyorsanız, bu filmin önünde ve arkasında yapılan seriye ait tüm filmleri keyifle izleyeceğinizi düşünüyorum. Hatta her uyarlama senaryo için, öncesinde kitabı okumanın da, hayalinizde ayrı bir dünya yaratarak filmi zenginleştireceğini düşünüyorum. İlk iki filmde hayatı karman çorman olmuş ajanımız; geçmişinin izlerinden giderek gerçek kimliğini bulmaya çalışır. Flashback’ler ile zenginleştirilen filmde, aradığını bulmak için ortadan kaybolmaya çalışan Ajan Bourne; peşinde koşan gizli servis ekipleri ile tüm dünyada çarpışarak onları saf dışı bırakmaya çalışır. Sürpriz bir finale sahip olan film, önceki 2 filmde kafamıza takılan her konuda da açıklama getiriyor. Matt Damon sayesinde karakterin ete kemiğe büründüğü filmde; neredeyse konuşmadan ama tempoyu hiç düşürmeden oynamasına ise hayranlıkla bakacaksınız. Film en iyi film kurgusu dahil 3 dalda Oscar ödülü alarak, dönemin aksiyon filmleri arasında çıtayı da yükseltmiştir. -
RE: Karayip Korsanları : Siyah İnci'nin Laneti (2003)
“Cehennemin en sıcak yeri asiler ve hainlerle doludur.”
Johnny Depp’in şahane oyunculuğuyla hayatımıza kattığı Jack Sparrow karakterinin büyüsünde devam eden eğlenceli bir macera filmidir. Konusu devamının geleceğini sezdirdi ama filmin hızı, aksiyonu, eğlencesi ve karakterler bunu garanti altına aldı. Bu macera filmi Kaptan Barbosa ve Sparrow’un arasındaki çekişmenin sonucu ile başlar. Jack, gemisini kaybetmiş ve ölüme terk edilmiştir, ancak efsanevi korsan yetenekleri ile kurtulmayı başararak bir liman kasabasına ulaşır. Aynı zamanda gemideki isyanı kazanan Barbosa, Aztek altının peşinden giderken, korsan babasının izini süren Will Turner’ı da bulmaya çalışır. Onu ararken, aynı zamanda Jack’in de bulunduğu kasabanın limanına düzenlediği saldırısında ise, Will’in büyük aşkı Elizabeth Swan’ı kaçırır. Olay örgüsünün herkesin kuyruğunu birbirine kibarca doladığı macera filminde, akış hızlı, adrenalin beklenen seviyede ancak komedi herkesi beklemediği seviyede tatmin etti. Johnny Depp özgün oyunculuğu, senaryoya eklediği doğaçlama lafları ve karakterinin dış görüşüne yaptığı müdahaleler konusunda serbest bırakıldı. Bu sayede Oscar’a aday gösterildi. Aynı zamanda güçlü senaryo ve görsel ekip ile birleşerek filmi sırtlamış oldu. -
RE: Forrest Gump (1994)
“Bir insanın ayakkabılarından çok şey anlarsın.” – Forest Gump
En iyi film/erkek oyuncu/yönetmen/uyarlama senaryo dahil 6 dalda Oscar ödülü alan film; sıcacık, içinizi ısıtan, umutlandıran, güldüren, ağlatan ama bittiğinde başından mutlu kalktığınız bir kitap uyarlaması. IQ’su 75 olan bir adamın hayattaki mücadelesini izleyerek başladığımız filmde, Amerikan yakın tarihindeki olaylara büyük etki ettiği gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Kölelik, Vietnam savaşı, Amerikan gençliği, özgürlük ve tüketimin sosyal etkisi üzerine pek çok gönderme bulacaksınız. Arka planda da pek çok iğneleyici ya da didaktik replik içerirken; aşkı, sevgiyi, merhameti, dostluğu, azmi ve başarıyı inanılmaz örneklerle bize yaşatıyor. Tom Hanks’in ödüllü oyunculuğu, her bir detayda daha da parlıyor. Örneğin masa tenisini anlatırken “gözünü toptan ayırmamalısın.” dedikleri için, masa tenisi oynarken, hiçbir sahnede gözünü kırpmadığını görüyoruz. Tüm hikaye Amerika’nın dönemsel durumunu işaret ettiği için filme ait tüm müzikler de Amerikalı sanatçılar tarafından yapılmış ve hikayeyi daha da pekiştirmiş -
RE: Dövüş Klübü (1999)
“Evet, biz tüketiciyiz. Tutkulu bir yaşam tarzının yan ürünleriyiz.”
Chuck Palanhiuk’un kitabından uyarlanan film; kronik uykusuzluk çeken, bu yüzden bunalımda olan ve bizi de bunaltan bir karakter ile başlıyor. Hayatının sıradanlığından ve uykusuzluğundan çektiği acıları dindirebilmek için prostat kanseri destek grubuna katılır ve burada Marla ile tanışır. Hayatta hiçbir dostu/ailesi olmayan Jack, evinin yandığını gördüğünde arayabileceği tek kişinin biraz evvel yaptığı yolculukta tanıştığı ve kafasında hayatında ulaşmak istediği hedeflere ulaşmış kişi olarak resmettiği Tyler Durden olduğunu fark eder. Birlikte takıldıkları bir gecenin sonunda Tyler’in kendisine vurmasını istemesiyle ortaya bambaşka bir enerji çıkar: Dövüş Kulübü. Dövüş Kulübünün birinci kuralı: Asla Dövüş Kulübü hakkında konuşma! Dövüş Kulübünün ikinci kuralı: Asla ve asla dövüş kulübü hakkında konuşma! Filmde tüketim toplumunun yozlaştırdığı bireyler, hissizleşme ve toplumsal şartlanmaların yarattığı baskının etkilerini çok ince ve detaylı bir şekilde ifade görebiliyoruz. Hatta yönetmen David Fincher, bir röportajında filmin her sahnesinde görünen en az 1 tane Starbucks bardağı olduğunu belirtmiş. Filmde id ve süper egonun kapışmasına ithafen, kişilik bölünmesini gösteren Jack/Tyler karakterlerinden Tyler’ı kişi olarak görmeden de 4 ayrı sahnede görebiliyoruz. Bunu filmde de bahsi geçen 25. Kare tekniği ile bize gösteriyorlar. Bu kişilik bölünmesinin ipuçlarını da filmin giriş sahnesindeki konuşmayla ya da filmdeki birkaç sahneyle bize anlatmaya çalışıyor. Örneğin; ikili otobüse bindiğinde Jack sadece kendi ücretini ödüyor. Ayrıca ikilinin bulunduğu otomobil sahnesinde, aracı Tyler'ın kullanmasına rağmen Jack da şoför mahallinin bulunduğu taraftaki kapıdan iniyor. Tüm detayları soluksuz izleten film, yaşadığımız düzende yaptığımız şeyleri sorgulatıyor ve hayatımızdan parçalar barındırıyor.